
Ağustos ayının ortalarındayız ismini Roma imparatoru Augustus’tan alan bu ay aslında bazı şeylerinde habercisidir. Ağustos denince akla gelen ilk şey çoğu insan için deniz, tatil, uzun ama kısalmaya devam eden günler, bunaltıcı sıcaklıklar ve yazlık kıyafetlerdir. Bu ayda geceleri ağustos böceklerinin sesi yankılanır kulaklarımızda bu ses gece adete ninni gibi gelir birçoğumuza. Ama bütün bu yaz romantizmi bir noktada yerini başka bir şeye bırakır: Ağustos’un kendine has, kaçınılmaz, yakıcı gerçekliğine. Temmuz’un güneşi tatlıdır, Eylül’ün havası insaflı... Ama Ağustos? O başka. O, yazın öfkeli çocuğudur. Çok can yakar ne durur ne de merhamet eder. Ağustosta gökyüzünde güneş parlarken bir yandan da kış hazırlıkları başlar köylerde. Sabahları uyanınca güne rüzgârın hafif serinletici etkisi ile başlarız ama öğlene doğru kavruluruz. Gece ise temmuz ayına göre nispeten serindir hava ama hala sıcaklıklar bunaltır insanları. Artı günler de kısalmaya başlamıştır. Şehirde yaşayanlar için bu bir sınavdır: Klimalarla verilen mücadele, sokak aralarında kovalanan gölgeler, toplu taşıma araçlarında akan terin insanı düşürdüğü hal ortadadır. Otobüsün camından dışarı bakan insanları gözlemlersiniz; herkes yorgun, herkes suskun, herkes bitkin. Çünkü konuşmak bile bir enerji kaybıdır bu sıcakta. Dilin bile tembelleştiği, düşüncelerin buharlaşıp uçtuğu bir aydır.
Köylerde, Ağustos’un sıcaklığı başka bir anlam taşır. Artık kışın ve baharda ekilenlerin hasat ayıdır. Yoğun bir emek ayıdır. Buğdayın biçildiği, domatesin kızardığı, üzümün olgunlaştığı, incirin tatlandığı bir dönemdir. Köylüler sabahın köründe tarladadır çünkü öğlen sıcağında tek bir saat bile çalışmak mümkün değildir. Toprağın üzerindeki bu ısı, emeğin değerini daha görünür kılar. Köy yerinde güneş hâlâ kutsaldır. Ama şehirde güneş bir ceza gibi hissedilir. Betonlardan binaların camlarından yansıyan güneş şehirlerde sıcaklığın daha da artmasına neden olur. Asfaltın üzerinde dalgalanan sıcak havada yumurta pişirirler havanın ne kadar sıcak olduğunu tasvir etmek için. Kaldırımlar ısınmaz, adeta tutuşur. Arabanın içine binmek, küçük bir fırının içine girmek gibidir, camdan yansıyan güneş ışınları dışarıda sıcaklık 40 derece ise içeride 50 derecelere ulaşır. Camlar açılsa sıcak, kapatılsa bunaltı.
G ünün en sıcak saatleri öğleden sonra iki ile beş arasıdır. Televizyonlarda bu saatlerde yaşlı ve kalp hastalarının dışarıya çıkmamaları istenir. Bu saatler arasında sokaklarda insan yoğunluğu azalır, insanlar ya klimalı iç mekânlara sığınır ya da perdeleri kapatıp uyumayı tercih eder. Zaman yavaşlar. Dış dünya durmuştur sanki. Kuşlar susmuştur, sokak hayvanları içecek bir kap su sığınacak gölge bir yer ararlar. Ne zaman ki güneş batmaya yaklaşır, işte o zaman insanlar yeniden ortaya çıkmaya başlar. Çay ocaklarında tabureler yavaş yavaş dolar sohbetler genelde sıcağın kavurucu etkisi ile ilgilidir. Parklar, sahiller, balkonlar yeniden canlanamaya başlar. Gündüzün öfkesini, akşamın serinliğiyle telafi etmeye çalışır herkes. Ağustos sadece sıcak değildir. Aynı zamanda yaz aylarının bitişin habercisidir. Yaz sona yaklaşır. Hazan ayı olan Eylül’e bir adım kalmıştır artık. Ardahan, Erzurum gibi yüksek yerlerde gece sıcaklıkları 10 derecelerin altınadır. Adana, Gaziantep, Antalya, Şanlıurfa kavrulurken bu illerde insanlar gece soğuktan uyuyamazlar. Ağustos’un sıcağının içinde tuhaf bir hüzün vardır. Okullar açılacak, tatiller bitecek, günler kısalacak… Her şey normale dönecek. Ağustos bu açıdan yazın son dansıdır. Coşkuludur ama içinde burukluk taşır. Geceler uzamaya başlasa da hâlâ yazdır. Ama herkes bilir ki bu, yazın son yükselişidir. Bir daha bu kadar uzun günler, bu kadar sıcak geceler belki aylarca olmayacak.
Ağustos'u anlamak, sadece sıcakla baş etmek değil, aynı zamanda mevsimlerin ruhunu okumaktır. O yüzden ter içinde kalmış bir gömleği, buz gibi suya duyulan şükranı, klimasız geçen gecelerde tavana bakarak kurulan hayalleri unutmayalım. Ağustos, sadece sıcak değil; aynı zamanda sabrın ve vedaların ayıdır. Unutmayalım ki her mevsimin ayrı bir tadı vardır.