USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

80’LERDE ÇOCUK OLMAK!

80’LERDE ÇOCUK OLMAK!
27-10-2025

      80’lerde çocuk olmak; zamanın yavaş, kalbin hızlı aktığı yıllardı. Yaşı 45 ve üzeri olanlar iyi bilirler 80’li yıllarda çocuk olmanın ne demek olduğunu. Hani bazı dönemler vardır hayatımızda derin izler bırakan hiç geçmeyen sadece uzaklaşan ama hiç gelmeyecek. Yaşayanlar bilirler 80’ler öyle bir dönemdi işte. Ne kadar uzaklaşsa da içimizde hâlâ bir yerlerde capcanlı durur. Bir kara tahta sesiyle, bir tebeşir tozuyla, bir karne günüyle yeniden canlanır. Ben hâlâ siyah önlük giydiğim sokaklarda hoyratça korkusuzca oynadığım o günleri yaşıyorum, düşünüyorum. Kış günlerinde sabahlar serin olurdu, okula giderken nefesimiz buhar olurdu. Eldivenimiz yoksa, nefesimizi avuçlarımıza üfleyerek ısınmaya çalışırdık. Okullarda soba vardı o zamanlar şimdiki gibi merkezi ısıtma yoktu. Elimizde bir çanta, içinde birkaç defter, bir silgi, bir kurşun kalem… Ve o kalemle yazdığımız her satır, sanki kaderimizi şekillendirirdi.

      Okulun kapısından içeri girerken kalbimiz heyecanla çarpardı. Kara tahtaya yazı yazmak, büyük bir merasim gibiydi. Öğretmen “Sen yaz” dediğinde, sanki dünyalar bizim olurdu. Ama tahtaya yanlış bir şey yazarsak… O zaman da utançla yanaklarımız kızarırdı. Korkardık öğretmenden, ama o korkunun içinde büyük bir saygı vardı. Öğretmen bizim için bilgiyle birlikte ahlakın, terbiyenin, hatta hayal kurmanın da rehberiydi. Şimdiki gibi değildi öğretmeni dışarıda gördüğümüz zaman hazırla geçer önümüzü iliklerdik saygıdan. Öğretmenlik mesleği de şimdiki gibi itibarsız değildi toplumda büyük saygı görürdü öğretmenler.  Karne günleri yaklaştığında içimizde hem sevinç hem tedirginlik olurdu, şimdiki gibi karne notlarını önceden bilmezdik e okul sistemi diye bir şey yoktu merakla ve heyecanla karneyi beklerdik. Karnedeki kırık bir not, annemizin babamızın değil, sanki bütün mahallenin önünde utanılacak bir şeydi. Ama o karnelerin arasında öyle çok emek, öyle çok umut saklıydı ki… Okuldan çıkınca sokaklar bizimdi. Beş taş oynar, iki lastikle ip atlar, seksek oynar, gün batana kadar top peşinde koşardık hiç yorulmadan. Ayakkabılarımız toz olurdu ama yüzümüzde hep bir tebessüm vardı, kalbimiz tertemizdi. Oyunlarımız pahalı değildi, ama mutluluklarımız sonsuzdu. Akşam olunca annemizin sesi yankılanırdı: “Hadi, eve gel, hava karardı!” Ve o sesle birlikte bir devrin kapandığını, çocukluğun akşam olduğunu anlardık. Televizyonumuz tek kanaldı o da siyah beyazdı ama hayallerimiz sınırsızdı. Akşam evde aile sohbetleri olurdu ortam çok samimiydi şimdiki gibi telefonlar olmadığı için aile ve arkadaşlık bağları çok güçlüydü. Her şey yavaş, sade samimi ve anlamlıydı. Şimdi ise her şey hızlı, parlak ve yapay bir o kadar da eksik. Siyah önlük, bizim için sadece bir kıyafet değildi. Bir kimlikti, bir eşitlik sembolüydü. Kimse kimden zengin, kimden fakir bilinmezdi. Hepimiz aynı sırada, aynı tebeşir tozunun içinde, aynı hayalleri paylaşırdık. Şimdi çocuklar markalara, bizse o günlere bakıyoruz. Bazen düşünüyorum… Biz mi büyüdük, yoksa dünya mı küçüldü? Belki de biz büyürken, çocukluğumuz bir köşe başında kaldı. Bir kara tahtanın önünde, bir öğretmen bakışında, bir karne günü sabahında... Şimdi okullarda akıllı tahtalar var, ama o eski kara tahtanın kokusu yok. O kokunun içinde umut, emek, saygı, heyecan vardı. Biz o kokuyla büyüdük, o kokuyla insan olduk. Bugünün çocukları bizim kadar şanslı mı, bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Bir gün hayatın hızı onları yoracak ve o zaman belki siyah önlüğün gölgesine sığınmak isteyecekler. Ama o gölge artık yok.

            O yüzden bazen kendi kendime diyorum: Bazen kendime “Keşke bir günlüğüne 1985’e dönebilsem, kara tahtanın başında, siyah önlüğümle, öğretmenime ‘Günaydın öğretmenim’ diyebilsem.” diye düşünüyorum geçmişe uzanmak istiyorum mümkün olmadığını bilerek.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?