
Türkiye'de eğitim sisteminin yıllardır çözüm bekleyen en temel sorunlarından biri öğretmen atamalarıdır. Her yıl üniversitelerden on binlerce genç öğretmen adayı mezun olurken, atanabilecek öğretmen sayısı mezun sayısının onlarca kat altında tutulmakta, bu da hem bireysel dramları hem de toplumsal yapıyı derinden etkileyen bir krize dönüşmektedir. Bugünkü yazımda öğretmen atamaları sürecinin çarpıklıkları, yaratılan belirsizlik ortamı ve çözüm önerilerini değerlendireceğim
Millî Eğitim Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de 2024 yılı itibarıyla 700 bine yakın atama bekleyen öğretmen adayı bulunmaktadır. Öte yandan 2025 yılı için duyurulan kadro sayısı yalnızca 20 bin civarındadır. Bu rakamlar, gençlerin umutla dört yıl boyunca dirsek çürüttüğü üniversitelerin, nasıl bir "mezun üretim fabrikasına dönüştüğünü ve işsizliğin nasıl sistematik olarak yeniden üretildiğini göstermektedir. Eğitim fakültelerinin kontenjanları yıllardır ihtiyaçtan fazla tutulurken, devlet tarafından sağlanan kadrolar neredeyse sembolik düzeyde kalmaktadır. Bu durum, öğretmen adaylarını yalnızca bir yarışın değil, aynı zamanda bir hayal kırıklığı döngüsünün içine itmektedir. Atama sürecinde asıl tartışma konusu haline gelen uygulamalardan biri ise sözlü mülakat sistemidir. KPSS’de yüksek puan almasına rağmen mülakatta düşük puan verilerek elenen binlerce aday, sistemin ne kadar keyfi işlediğinin açık bir göstergesidir. Üstelik bu mülakatların kamera kaydı olmadan, çoğu zaman yalnızca birkaç dakika süren sohbetler eşliğinde yapıldığı, objektiflikten uzak olduğu iddiaları yıllardır gündemden düşmemektedir. Eğitim gibi stratejik bir alanda liyakat yerine sadakat temelli bir yaklaşım benimsenirse, bunun bedelini yalnızca atanamayan öğretmenler değil, yıllar boyunca eğitim kalitesi düşen çocuklar ve toplumun tümü öder. Diğer bir çarpıklık da ücretli öğretmenlik uygulamasıdır. Atanamayan öğretmenlere, asgari ücretin dahi altında maaşlar verilerek güvencesiz koşullarda çalıştırıldıkları bu sistem, modern kölelik düzenine benzetilmektedir. Aynı işi yapmalarına rağmen kadrolu öğretmenlerle arasında dağlar kadar fark olan bu öğretmenler, mesleki motivasyonlarını kaybetmekte ve eğitim sisteminin itibarına zarar vermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı, bir yandan "öğretmene ihtiyacımız yok" derken, diğer yandan binlerce öğretmeni düşük ücretle, sigortasız veya kısmi süreli olarak çalıştırmakta bir beis görmemektedir. Bu durum, yalnızca ekonomik değil, etik ve sosyal olarak da derin bir çelişkiyi gözler önüne sermektedir. Türkiye’de öğretmen yetiştirme ve istihdam sürecinde, ne yazık ki uzun vadeli ve sürdürülebilir eğitim politikaları izlenmemekte. Her yıl değişen sınav sistemleri, sıklıkla değişen müfredatlar, geç açıklanan kontenjanlar ve siyasi söylemlere göre şekillenen mülakat kriterleri hem eğitim camiasında hem de öğrencilerde ciddi bir güven sorunu yaratmaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının öğretmen atamalarıyla ilgili net, şeffaf ve öngörülebilir bir politika geliştirememesi, aslında eğitimin bir bütün olarak öngörüsüzlüğün bir sonucudur. Öğretmen, sadece ders anlatan değil; toplumun vicdanını, ahlakını ve kültürünü şekillendiren, topluma yön veren temel aktördür. Onun yetişmesi, seçilmesi ve desteklenmesi en önemli devlet politikalarından birisi olmalı.
Sonuç olarak; Öğretmen atamaları yalnızca teknik bir mesele değil, aynı zamanda bir vicdan ve adalet meselesidir. Yüz binlerce gencin geleceği, ailesinin umudu, toplumun eğitimi ve ülkenin kaderi bu meselede düğümlenmektedir. Sürekli ertelenen atamalar, keyfi mülakatlar ve düşük ücretli çözümlerle bir eğitim sistemi inşa edilemez. Bugün atanamayan her öğretmen, aslında sistemin nasıl bir kör döngüye saplandığını bize göstermektedir. Gerçek bir değişim istiyorsak, bu gençlerin hayallerini siyasi pazarlıkların, bütçe kısıtlarının ve ideolojik tercihlerinin ötesine taşımak zorundayız. Çünkü eğitim, ihmalin değil; hakkaniyetin, liyakatin ve planlamanın meselesidir.