
Küresel ısınma, iklim değişikliği, rekor sıcaklık değerleri…Her yıl yaz mevsimi geldiğinde aynı tablo ile karşılaşıyoruz, yanan hektarlarca alan kül olan ormanlar. Aslında yanan sadece ağaçlar değil ciğerlerimizde yanıyor. Onlarca yılda oluşan ormanlar saatler içinde yandı kül oldu. Kuş cıvıltılarının yerini simsiyah kara bulutlar aldı. Onlarca insanımız şehit oldu yanarak ya da dumandan etkilenerek. Geriye kalan ise uğursuz bir sessizlik. Artık yazı sadece tatil, deniz ve güneş ile değil orman yangınları ile anımsar olduk. Bizim için yaz artık aynı zamanda yangın demek. Ormanların, canlıların, çocukluğumuzun, geleceğimizin alevler içinde yok oluşunu izlemek ne kadar acı verici bir durum.
Bir orman yangını çıktığında, haber kanallarında "binlerce hektar kül oldu" diye kısa bir cümle geçer, bununla ilgili bir iki açıkoturum yapılır sonrasında maalesef unutulur gider. Kimse o cümlenin arkasındaki devasa acıyı göremez. Kül olan, sadece ağaçlar değil, yanan sadece orman değil vicdanımız, ciğerlerimiz, bedenimiz aynı zamanda. Orada yuvasını kaybeden kuşlar, sincaplar, kaçarken küle dönen geyikler ve adını sayamadığım hayvanlar. Kavrulan toprağın altında can veren böcekler, sürüngenler... Hepsi birer hayat hepsi bir can anlayana. Gelin görün ki bu hayvanlar sessizce can verirken, biz sadece uzaktan bakıyoruz. Bazı insanlar bir ağacın yanmasını hafife alabilir. Ama o ağacın gölgesinde ilk kez yürümeye çalışan bir ceylan yavrusu vardır belki bunu düşünmezler. Belki bir arının yıllardır güvenle kurduğu petek vardır dallarında hesaba katmazlar. Belki de dedemizin gençliğinde diktiği fidan, yıllar sonra çocuklarımıza anlatmak istediğimiz bir hikâyenin parçasıdır akıllarına gelmez. Hepsi bir kıvılcıma teslim oluyor. Ve biz her seferinde geç kalıyoruz maalesef.
Yangın sadece ormanı yakmaz, insanların içini de kavurur. Bir köy düşünün; evlerin etrafı çam ormanlarıyla çevrili, kuş sesleri koyun melemeleri, böcek sesleri… Sabahları kuş sesleriyle uyanan çocukları düşünün, yaz akşamlarında ormanın kokusunu içine çeken insanları… Bir gece ansızın gelen ateş hem evlerini alır hem de anılarını. Geriye sadece siyahlaşmış dallar ve is kokusu kalır ve simsiyah bir ortam kalır. Ormanın kendini yenilemesi ise yıllar sürer. Oysa hafızalar silinmez kolay kolay; o yanan evin duvarında asılı olan çerçeve, o evin içindeki kitaplar, anılar, gülüşler, sevinçler… Hepsi küle döner, ama acısı bir ömür kalır. Ve insanoğlu şu basit soruyu sorar kendine neden?
Neden her yıl binlerce hektar ormanımız küle dönüyor, neden biz hâlâ aynı hataları yapıyoruz? Orman yangınları büyük oranda insan kaynaklıdır. Şişesini ormana atan, mangal ateşini söndürmeden giden, yere izmarit fırlatan biri, belki de binlerce canın sonunu getiren biziz. Tıpkı denizleri, havayı suyu kirlettiğimiz gibi, tıpkı savaşlarla kendi neslimizi tehlikeye atığımız gibi. Bir kıvılcımın nelere mal olabileceğini hâlâ öğrenemedik mi? Küresel ısınma diyoruz, iklim krizi diyoruz, sıcaklıklar artıyor diyoruz. Ama hâlâ ormanları yeterince korumuyoruz. Hâlâ betonları yeşile tercih ediyoruz. Hâlâ “bu da bir şey mi?” diyerek duyarsız kalıyoruz. Oysa her orman yangını, bize bir şey söylüyor, her ağaç kulağımıza sessizce fısıldıyor “Ben yandım, sen de yanacaksın” Ormanlar sadece ağaçlardan ibaret değildir. Onlar bizim oksijen kaynağımız, suyumuzun kaynağı, toprağın tutunduğu kök, hayatın ta kendisidir. İnsan akciğeri olmadan nasıl yaşar? Ormanlarda bizim akciğerlerimiz.
Yangınlar geçer elbet. Toprak yine yeşerir, doğa kendini onarır. Ama bizim onarılmamız bu kadar kolay olur mu bilmiyorum. Vicdanımız, insanlığımız, duyarlılığımız kül olduktan sonra geriye ne kalır? Artık daha fazla geç kalmamalıyız. Her birimizin elinde bir damla su var. Ve bazen bir damla, bir yangını söndürmeye yetebilir. Bir fidan dikerek, bir ateşi söndürerek, bir çöpü yerden alarak başlayabiliriz. Ormanlar bizim sadece ciğerimiz değil, vicdanımızdır da. Ve bu vicdanı korumak, her birimizin sorumluluğudur.
Unutmayalım ki kül olan sadece ağaçlar değil, bizim geleceğimiz.