USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

‘REİS’İ ANLAYAMAMAK!

17-03-2016

Uzun zaman oldu yazmayalı… Malum, Suriye sınırındaki hareketlilik, göç dalgası, angajman kuralları, ülkenin sürekli değişen gündemi vs…
Sırf yazmış olmak için de yazmamak gerekiyor…
Ama yazılmayan şeyler o kadar birikti ki…
Öncelikle bir mutluluğumu sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu satırları yazma imkânına sahip olduğum Hakimiyet Gazetesi’nin kurucusu, Gaziantep Gazeteciler Cemiyeti’nin 16 yıl başkanlığını yapan değerli büyüğümüz Abdullah Sabri Kocaman’a, paralel örgüt tarafından kurulan kumpası Yargıtay 8. Ceza Dairesi bozdu. Değerli ağabeyimiz de tekrar aramıza katıldı. Yaşadığı sıkıntıları birebir kendi ağzından dinleme fırsatı buldum. Gerçekten kolay şeyler değil… Şimdi diyebilirsiniz ki, “Hadi canım oradan… Kurucusu olduğu gazetesinde köşe yazdığın için yalakalık yapıyorsun.” Bu sizin sorununuz! Ama benim inandığım bir dava var. Kocaman da bu inandığım davada mücadele ediyor. Gerisi teferruat… Bundan sonrasını FETÖ/PDY düşünsün artık!

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ
Türkiye gerçekten zor bir süreçten geçiyor. Bir yanda PKK, bir yanda DAEŞ, bir yanda FETÖ, bir yanda ‘gezi’zekalılar, bir yanda ulusalcılar vs vs… Örnekler çoğaltılabilir.  Tüm bunların karşısında da, milyonlarca insanın desteğini ve duasını alan ama zaman zaman da kendi etrafındakiler tarafından yalnız bırakılan Recep Tayip Erdoğan…
Türkiye’deki algı operasyonlarının en önemli ayağı medya… Ama ne hikmetse son günlerde ardı ardına “Özgürlükler kısıtlanıyor, basın özgürlüğü yok, baskı var, ölüyoruz, bitiyoruz, geriye gidiyoruz” gibisinden sloganlar atılıyor. Bidon kafalıyız ya biz, hiçbir şeyi bilmiyor ve anlamıyoruz ya… Hem yandaşız ya! Şimdi gelin anlamaya çalışalım o sloganları, o yüksek sesleri... Son 14 yılı, daha doğrusu AK Parti'yi, hatta daha da doğrusu, AK Parti'yi kuran ve bugün de Türkiye Cumhuriyeti'nin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı sıfatıyla devletin başına gelen Recep Tayip Erdoğan’ı hedef alan tüm bu sloganların ne kadar doğruyu yansıttığını madde madde araştıralım... Ve işe istatistikler dünyasında kısa bir yolculukla başlayalım... İstatistikler son 14 yılda yayımlanan gazete ve dergi sayısının yüzde 300 arttığını söylüyor. 2002'de toplam gazete ve dergi sayısı bin 500 bile değilken, bugün 7 binden fazla olmuş... Ama elbette sadece bu veri yeterli değil “Basın özgürlüğü yok” diyenlerin iddialarını çürütmek için... İnternet 2002'de bütün evlerin sadece yüzde 7'sinde vardı. Bugün yüzde 70'inde var. Yarın için hedeflenen rakam ise yüzde 100... Ve gelelim beyaz cama, boyalı ekrana, yani televizyona... 2002'de yerel ya da ulusal, sadece 61 televizyon vardı Türkiye'de... Şimdi 134 televizyon var. artış oranı yüzde 100'den fazla... Uydu üzerinden yayın yapan televizyon sayısındaki artış ise çok daha fazla... 2002'de uydudan sadece 67 televizyon yayın yapabiliyordu. Bugün 265 televizyon kumandanın ucunda... Üstelik sayısı az olmasına rağmen sesi yüksek çıkanların iddia ettiği gibi hiç bir  ideolojik ayrım da yok medyada... Mesela; benim gururla ve severek görev yaptığım A Haber yayında…  Ama Halk TV de yayında... Ulusal Kanal da, FOX TV de, Business Channel da, Bloomberg de, Beyaz TV de yayında...

TÜRKİYE İLK 10 ARASINDA

Son 14 yılda gazete sayısı da tıpkı televizyonlar gibi deyim yerindeyse volkan gibi patladı. Medyaya yeni gazeteler katıldı...  Habertürk mesela son 14 yılın ürünlerinden biri... Birgün Gazetesi de öyle... Taraf, Güneş, Meydan, Milat, Millet, Sözcü, Korkusuz, Yeniçağ, Vahdet, Yurt, Aydınlık, Şok, Diriliş Postası, Daily Sabah, vesaire vesaire... Yeni gazete yeni gazeteci demek... Bu net... Sarı basın kartlı gazeteci sayısı da bugün 20 binden fazla... İletişim dünyasında istihdam edilen nüfus ise neredeyse yüz bine dayanmış durumda... İşte bütün bu rakamlar alt alta konulduğunda şu sonuca varıldı. Bir rapor yazıldı... Uluslararası tarafsız gözlemciler, Türkiye'yi basın özgürlüğü konusunda dünyanın en ileri 10 ülkesi arasında gösterdi...

EMPATİ YAPALIM

Şimdi istatistik dünyasından dışarı çıkalım... “Basın özgürlüğü engelleniyor” iddiasına yanıt aramaya başka yönlerden bakalım...  Bu kez, “Özgürlük acaba tam olarak nerede engelleniyor?” sorusunu soralım... Empati yapalım... Yani kendimizi iddia sahiplerinin yerine koyalım... Hani “Yağmur yağsa sorumlusu Erdoğan'dır, yağmazsa bunun sebebi de Erdoğan'dır” diyorlar ya! Biz de öyle düşünelim! Şartsız ve koşulsuz her taşın altında seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı arayalım!  Ve kendimize önce “Acaba kırgın olur muyduk?” diye soralım... Bir türlü sandıktan çıkamadığımız için kırgın olur muyduk acaba?  “Göbeğini kaşıyan bidon kafalılar”ın karşısında, neredeyse kurulan her sandıkta hezimete uğradığımız için üzgün ya da öfkeli olur muyduk?  Yoksa aynaya mı bakardık? Sorunu kendimizde mi arardık acaba?

ÇOK OKUMAKLA OLMUYOR!

İddia sahipleri diyor ya; “Çok okuyoruz, kütüphaneler dolusu kitap yutuyoruz, batılı üniversitelerden afilli diplomalarımız var, 10 dili sular seller gibi konuşuyoruz, ama olmuyor” diye... Empati yapalım yine... Onların yerine koyalım kendimizi... Aynaya bakmak mı doğru, yoksa saldırıya geçmek mi, bunu soralım? Kendimizi onların yerine koyup hüküm verelim. “Hangisi doğru?” diye... Bildiri yazmak mı doğru acaba, imzalamak mı doğru? Batılılara “Gelin ülkemize topunuzla tankınızla girin” demek mi doğru? Empati yapalım... “Bu bidon kafalılar da çok oldular, gitsinler de isterse ülkemiz işgal edilsin” diyelim... Denir mi bu cümle? Kaldırabilir mi mideler bunu? Hadi kaldırdık!  Onların dilinden konuşmaya devam edelim… “Canım cumhurbaşkanı da çok fevri, çok öfkeli, sesini çok yükseltiyor, ne var yani gençler parklarını korumaya çalıştıysa… ‘Yapmıyorum oraya Topçu Kışlası’nı’ deyiversin, ne çıkar bundan?” diyelim... Ama o parka gelen terör örgütlerini görmezden gelelim! O parkla başlayan darbeyi 17-25 Aralık günlerine taşıyanları da hızla unutalım... Cumhuriyet savcılarının şapkalarının altına gizledikleri yüzleriyle nasıl kaçtıklarını hiç  hatırlamayalım... Diyelim ki bu da mümkün... Midemiz kaldırdı bunları! Devam edelim o halde empatiye... Muhalefet gibi olalım... Çıkıp sokaklarda bağıralım... “Erdoğan olmasaydı yüzde 70 alırdık, iktidara gelirdik, ne diye meydanlara iniyor ki,  inmeseydi biz kazanırdık” diyelim... Birisi çıkıp da “Sen de in meydana, tutan mı var seni?” derse de “Trafoya kedi girdi”  diye cevabı yapıştırıverelim! “Geç bunları anam babam, ne kedisi ne trafosu, bunun adı yüzde 50 kabusu” cevabı gelirse de duymazdan gelelim... Görmeyelim yani yüzde 50'yi... Bütün bu gerçekleri...

MİDENİN KALDIRMADIĞI NOKTA!

Teşbihde hata olmaz ya, işte şimdi geldik eskilerin dediği yere… Yani “Zurnanın zırt dediği” noktaya... Empati yapıyoruz ya… Ve istatistikler ne derse desin, gerçekler, sandıklar vs. karşı çıkıyoruz ya... Geriye elimizde kala kala tek bir gerçek kalıyor. O da “düşman” olmak... İşte burada tıkanıyor empatinin sınırı... Onlar, milletin herkes susarken konuşan o lideri neden bu kadar çok sevdiğini  anlamıyorlar... Besbelli ki anlamak istemiyorlar... Ve belli ki sadece bu yüzden sevene saldırıyorlar... “Göbeğini kaşıyan bidon kafalı adam” diyorlar... Çünkü anlamıyorlar o sevgiyi ve sırrı... Milletin “Baldıran zehiri içmeyi göze alan, ‘kefen giymek’ diyebilen, kısacası milleti için  ölüme bile razı olduğunu söyleyen” birini sevmesine alışkın değiller onlar... Arabesk geliyor onlara bunca sevgi... Bugüne dek hiç yapmadıklarından olsa gerek, birinin kalkıp da, bu kadar yıl boyu bu kadar büyük kalabalıkları peşinden koşturabiliyor olmasına anlam veremiyorlar... Lafa gelince demokratlar... Ama sandığa dahi saygı duymuyorlar... İşte, bunun adı düşmanlık... Bu yüzden şartsız ve koşulsuz eleştiriyorlar… Eleştirseler yine iyi… Ağız dolusu hakaret ediyorlar, iftira atıyorlar. Dedik ya, yağmur yağsa ondan, dursa ondan biliyorlar... Reis düşmanlığı her şeyden önce geliyor onlar için… Ellerini vicdanlarından çekiveriyorlar…

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?