USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

O Koltuk Boşalmadan Evvel

O Koltuk Boşalmadan Evvel
15-06-2025

      Haziran ayının üçüncü pazarı... Takvimler, modern hayatın koşuşturması içinde bir anlığına durup babaları anmamız gerektiğini hatırlatan o resmi günü işaret eder. Alışveriş merkezlerinin vitrinleri, online mağazaların "Babaya Hediye" sekmeleri, bir nebze olsun yaratıcı olmaya çabalayan ama sonunda yine aynı tornadan çıkmış seçeneklerle dolar: Bir kravat, belki bir çift "esprili" çorap, son çare olarak alınmış bir gömlek veya elektronik bir ıvır zıvır. Annelerin şiirlerle, gözyaşlarıyla, özenle hazırlanmış kahvaltılarla kutsandığı o coşkulu Mayıs pazarından sonra, babalara adanmış bu gün, sanki biraz mesaiye kalmış gibi durur. Daha sakin, daha ketum, daha… görev icabı.


      Sosyal medya akışları, o bildik, biraz da buruk sahneye ev sahipliği yapar: Arşivden özenle seçilmiş, genellikle biz küçükken çekilmiş solgun bir fotoğraf ve altına iliştirilmiş standart bir metin: "İlk kahramanım, koca çınarım... Babalar Günü'n kutlu olsun." Birkaç saat içinde yüzlerce beğeni alır, yorumlar yapılır ve görev başarıyla tamamlanır. Bir sonraki seneye kadar vicdanlar rafa kaldırılır. Oysa bu yüzeysel ritüelin, bu toplumsal ve dijital 'check-in' işleminin ardında, artık kimsenin yüksek sesle konuşmadığı, üzeri modern hayatın tozuyla örtülmüş derin bir gerçek yatıyor: Babaların ve daha geniş bir perspektifle erkeklerin, artan bir sessizlikle ve neredeyse sistematik bir şekilde değersizleştirilmesi.


      Bu değersizleştirme, kötü niyetli bir komplonun ürünü değil; daha çok, değişen dünyanın ve dönüşen rollerin yarattığı bir yan etkidir. Babalar, artık sadece birer figür değil, birer fonksiyondur. Ailenin finansal güvenlik duvarı, evin teknik servis elemanı, çocukların şoförü, kısacası bir "talep karşılama makinesi"dir. Yanlarına ise genellikle bir sohbetin sıcaklığı veya bir hal hatır sormanın samimiyeti için değil, yeni ve acil bir talep listesiyle gidilir. "Baba, arabanın anahtarını alabilir miyim?", "Baba, kredi kartına ihtiyacım var.", "Baba, şu musluk yine bozuldu." Talepler karşılandığı sürece varlıkları hissedilir, karşılanmadığında ise varlıklarının anlamı sorgulanır hale gelir.


     Onlardan beklenenler listesi, her geçen gün uzayan ve kendi içinde çelişkiler barındıran imkansız bir manifestoya dönüşmüştür. Hem evin sarsılmaz, kaya gibi direği olacak, fırtınalarda asla eğilmeyecek; hem de en modern terapistlere taş çıkartacak bir duygusal zekâya, empatiye ve şefkate sahip olacak. Hem maddi birer güvence makinesi gibi durmaksızın çalışacak, gecesini gündüzüne katacak; hem de her an ilgi ve sevgi göstermeye, çocuklarıyla kaliteli vakit geçirmeye hazır olacak. Bu rollerden birini aksattığında eleştirilir, ikisini birden mükemmel yapması ise zaten beklenir, takdir edilmez. Ne kadar verirlerse versinler, hep daha fazlası istenir.


     O gördüğünüz sert kabuk, o aniden parlayan öfke, o mesafeli duruş, çoğu zaman içindeki o kırılgan, yorgun ve anlaşılmayı bekleyen adamı korumak için yıllar içinde özenle kuşanılmış bir zırhtan ibarettir. Kendisine toplum tarafından, hatta daha küçük yaştan itibaren babası tarafından atfedilen o “güçlü adam” rolünü oynamaktan, "erkekler ağlamaz" düsturunu bir yasa gibi benimsemekten, sevdikleri tedirgin olmasın diye yorgunluğunu bile belli edememekten bitap düşmüş bir ruhun son kalesidir. O, sahnede kalması gereken, repliklerini asla unutmaması gereken bir başrol oyuncusu gibidir. Rolü, her şeye rağmen "ayakta durmak"tır ve bu rolü o kadar uzun süre oynamıştır ki, sahne arkasındaki gerçek benliğini belki kendisi bile unutmuştur.
     

   Bir zamanlar “babanın sözü” vardı. Bir ağırlığı, bir hikmeti, yılların tecrübesinden süzülüp gelmiş bir nihai karar niteliği taşırdı. Bugün ise o sözler, çoğu zaman modası geçmiş bir “eski kafalılık” olarak yaftalanıyor, bir kulaktan girip diğerinden çıkıyor veya modern dünyanın argümanları karşısında duymazdan geliniyor. "Kızım o iş tekin değil," dediğinde "baskıcı" oluyor, "Oğlum harcamalarına dikkat et," dediğinde "anlayışsız". Fikirleri önemsenmeyen ama sorumlulukları asla azalmayan bir adama dönüşmüştür baba. Belki de sözlerinin değeri azaldı çünkü asıl kıymetinin kelimelerde değil, varlığının ta kendisinde, o sessiz eylemlerinde yattığını unuttuk.

Oysa babanın asıl gücü, modası geçen bu otoriter rolde değil, çok daha derin ve köklü bir görevde saklıdır.
Eşitlikçi anlayışla rollerin iç içe geçmesi şüphesiz bir zenginliktir ve eski ataerkil düzenin yıkılması bir gerekliliktir. Ancak babanın üstlendiği bazı temel, arketipsel görevler vardır ki hiçbir toplumsal dönüşüm onun yerini tam olarak dolduramaz. Baba, ailenin o korunaklı, sevgi dolu ve duygusal iç dünyasını, dışarının kurallı, rekabetçi ve bazen acımasız gerçekliğine bağlayan köprüdür. O, çocuğa sadece sevilmeyi değil, aynı zamanda düşmeyi ve kalkmayı, sınırları ve sorumluluğu, cesareti ve eylemlerinin sonuçlarıyla yüzleşmeyi öğreten ilk öğretmendir. O, bisikletin arkasındaki destek tekerleklerini çıkaran, "hadi yaparsın" diyerek denize iten, kontrollü bir başarısızlığa izin vererek gerçek hayatın daha büyük başarısızlıklarına karşı evladını aşılayandır. Onun bu "yapılandırıcı" sevgisi, oyun sahasının çizgilerini çizer, böylece çocuk o çizgiler içinde nasıl özgürce ve güvenle oynayacağını öğrenir.


Bu rol, cinsiyetçi bir iş bölümünden çok öte, ailenin ve bireyin ruhsal mimarisindeki bir temel taşıdır. Anne, şefkatin ve koşulsuz sevginin limanıysa; baba, o limandan ayrılıp dalgalı denizlere açılma cesaretini veren, ufku gösteren kaptandır. Onun varlığı, en kaotik anlarda bile bilinçaltımızda fısıldayan o sarsılmaz güvencedir: “Ne olursa olsun, en kötü senaryoda bile, arkanda duran bir güç var.” Bu, parayla, statüyle veya modern unvanlarla satın alınamayacak, bir ömür boyu bize eşlik edecek psikolojik bir mirastır. İşte bu temel direği çektiğinizde, geriye ne kadar güçlü, eğitimli ve başarılı bireyler kalırsa kalsın, yapının temelinde her zaman bir boşluk ve nedensiz bir güvensizlik hissedilir.


     İşte bu temel direk olma görevinin omuzlarına bindirdiği görünmez yük, o sustuğu çığlıkların ve içe akan gözyaşlarının asıl sebebidir. Bütün mesele, tam da o sessiz çığlıkta gizlidir: "Erkeğin kolu kırılır, yeni kalbine batar." Kendi dertlerini, iş yerindeki stresi, gelecek kaygısını bir yük gibi sırtında taşırken, üzerine bir de ailesinin her bir ferdinin yükünü alır ama asla "yoruldum" demez. Diyemez. Çünkü o, kendisine oynanması için verilen rolü terk etmeyi, en yakınlarına ihanet etmekle eşdeğer görür.


     Aslında her baba, içinde fırtınalar kopan ama yüzeyi hep durgun görünen bir göl gibidir. İçinde ne anılar, ne pişmanlıklar, ne kaçırılmış fırsatlar, ne de anlatılmayı bekleyen zaferler saklıdır. Biz ise o göle bir taş atıp dalgalanmasını izlemek, derinliklerindeki hazineleri ve enkazları görmek yerine, kıyısında durup "suyu ne kadar da sakin" demenin konforunu tercih ederiz. Çünkü o dalgaların getireceği gerçeklerle yüzleşmek zordur. "Baba, hiç korktun mu?", "Hiç 'yapamadım' dediğin oldu mu?", "Benden başka bir hayat hayal etmiş miydin?", "Bana hiç söylemediğin bir hayalin var mıydı?" gibi sorular, en pahalı hediye paketlerinden daha tehlikelidir. Açılması daha zordur. Bu soruları sormaktan korkarız, çünkü alacağımız cevaplar, o sarsılmaz kahraman imajını yıkıp yerine acıları ve zaafları olan bir insanı koyabilir. Ve biz, bir kahramanın gölgesinde yaşamaya, bir insanın sorumluluğunu almaktan daha çok alışmışızdır.
Bu Pazar, o koltuk bir gün ansızın boş kalmadan ve o anlatılmamış hikayeler sonsuza dek sessizliğe gömülmeden önce, bir çift çoraptan daha fazlasını denemeye ne dersiniz? Ona bir hediye almak yerine, bir hediye vermeyi deneyin: Değer.


     Telefonlarınızı bir kenara bırakın. Taleplerinizle değil, sadece merakınızla yanına oturun. Eski bir albümü çıkarın ve "Baba, bu günü anlatsana," deyin. Bırakın anlatsın; gençliğini, ilk aşkını, ilk hayal kırıklığını. Sadece dinleyin, yargılamadan, akıl vermeden. Sırtını sıvazlayın ve belki de hayatında hiç duymadığı, duymayı hiç beklemediği o sihirli cümleyi fısıldayın: "Biliyorum, yoruldun." O an, ona vereceğiniz en pahalı saatten, en son model telefondan daha kıymetli bir an olacaktır. Omuzlarındaki yükü alamazsınız belki, ama o yükü taşırken yalnız olmadığını hissettirebilirsiniz.


     Unutmayın, direkler de yorulur. Ve onlar yıkıldığında, altındaki herkes enkazda kalır. O direk yıkıldığında, geriye yaslanacak bir duvar değil, asla doldurulamayacak, rüzgârı hiç dinmeyen bir boşluk kalır. Bu yüzden o direğe sadece yaslanmak yerine, ara sıra yanlarında durup o görünmez yüke omuz vermeyi denemeye değer.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?